Kayıtlar

izledim, utandım doğduğum günden cizrenin delisi geldi aklıma, o andaki çaresizliği ve "artık korkmayan" bedeni...

bir deli üzerine.....

dolu yaşamıştı, geriye hiç bir şey bırakmadan.çok küçük görünüyordu yattığı yerde.tanıyamamıştım ilk bakışta,"eminler mi?" diye sorduğumu hatırlarım."bu yanlış bir bakış açısı, ya öyle değilse!!" diye başlayan sohbetlerimizi,"rok taktiğini"anlatırken attığı fırçaları hatırladım.bir külçe gibi yatıyordu işte ayaklar altında.o gün bu gündür korkarım insan denen varlıktan.bu satırları yazdığımı görse, muhtemelen "esas deli sensin! ne biçim paragraf bu?" diye başlardı söylenmeye... ondan duymak güzeldi emek sermaye ilişkisini, işçi haklarını, sosyalist olmanın esaslarını.gideli çok oldu."o gittiyse ben neden burdayım?" sorusu o gün bugündür zihninde fink atıyor. mutlu mu? asla !!! hüzünlü mü? dibine kadar !!!

hamal çocuğun güncesi ve blues

hamal çocuğun güncesi ve blues Uyanılırdı her sabah, telaşlı bir sabah serinliğine.çok şey beklenmezdi işte hayattan, asri deyişle “mutlu aile tablosu” oluşturmak çok kolaydı.gelmezdi kimsenin aklına diğerinin nasıl kullanılacağı ve işin iyi, aynı zamanda garip tarafı da buydu sanırım.bozulan biz olmuyorduk ama hayatın ironisi elbette ki kendini gösterir ve bir şekilde ilan edilirdik günah keçisi olarak.mutlu zamanlardaydık kısacası.emeğin, insanın ve huyun güzel olanına açardık kapılarımızı.ve inanırdık ki o kapıdan giren eninde sonunda farkına varacaktı o güzelliklerin.haksız çıktığımıza tesadüf etmemiştir hayat…her durumda “yen içinde kalırdı kırılan kollar”.acı ve mutsuzluk ancak zamanın Yeşilçam filmlerinde “bu kadarı da olmaz” sesleri ile girerdi evimize.anladık tabi zamanla;bulaşıcıymış, her kötü şey gibi mutsuzluklar ve acılar.rafine bir tat olarak kaldı o mutlu zamanlar damağımızda. yazdan yazmak gerek aslında öyküyü;çok maviydi o zamanlar gökyüzü.hissederek uyanırdık

acemi yazıtlar-1 / M.S 1999

mavi esiyordu rüzgar.her zamankinin aksine denizden alıyordu bu sefer, rengini.hayatında hiç olmadığı kadar huzurlu olmalıydı ki en az deniz kadar mutedil durumdaydı.geriye baktığında bir şey görmek istemiyormuş gibi kısmıştı gözlerini, hayatın onu yıprattığı kadar o da hayatı yıpratma amacındaydı belki de. cömert değildi hayat ona karşı.sarışın olmak istememişti, esmer de ve ona kalsa doğmak bile istememişti aslında."neden?" sorusunu sorabildiği günden beri mutsuz olması da bundandı işte."cinsiyet" konusunu hiç anlayamamıştı mesela,neden farklıydı insanlar, hangisi daha fazla yaşamı, ölümü, varlığı, yokluğu, akılsızlığı hakediyordu? bu sınıflandırmayı yapan güç, hangi sağlam temellere dayanıyordu? vardığı yer, geldiği yerden daha çekilebilirdi.ölümlerle büyümüştü, her köşe başında birini kaybederek.ölmeyenler de en az ölenler kadar huzursuz hale gelmiş ve varlığın esas sebebini sorgulamadan kıyasıya bir hesaplaşmaya girmişlerdi ki onların elinde hayatı  ve &quo

başlarken...

'87 Kasım ayında başlayan maceranın beni getirdiği yerdeyim.Tom Clancy/Kızıl Fırtına ile başlamıştım ilk, Sherlock Holmes ile devam etmiştim.Ömer Seyfettin,Muzaffer İZGÜ'yü kapsam dışında tutarsam ilk ciddi okumalarım bunlardı ki yanlış hatırlamıyorsam Kızıl Fırtına 500 küsur sayfaydı ve okumak 4 günümü almıştı.Çocuktuk ve anlayamıyorduk kitapların bize verdiği subliminal mesajları.Sherlock Holmes dikkatli bir dedektif,Hercule Poirot onu izleyen bir başka iyi dedektifti.Jack Ryan "kaka ruslar" ile girdiği her mücadeleyi kazanan "adamımdı".O günlere denk gelir Marksist külliyat ile tanışmam,"Komünist Manifesto" aracılığıyla. "madem okuma konusunda bir ivme kazandın,daha derinlikli şeyler okumalısın" diyerek bana bu kaynağı hediye eden bir kütüphanecimiz vardı idris isminde. Enteresan bir şekilde, muhafazakar kimliği çok belli olan birinden bu kitabı hediye almak bu gün bile benim için bir şaşkınlık sebebidir.zaten en az hediyesi kadar d